Dünyayı ve Türkiye’yi saran Korona virüs (Covid-19) tehlikesine karşı sağlık otoriteleri şu uyarıda bulunuyorlar; ileri yaş grupları ile altta yatan hastalıkları bulunanlar yüksek risk altında. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın sıkça tekrarladığı, ölümlerde yüzde 65’e yakın, yoğun bakımda yatan hastalarda ise yüzde 75’e yakın bir oranda “altta yatan hastalık” öyküsü var.
Tüm dünyada bir sağlık krizi yaşanıyor, ama diğer taraftan da eve kapanmak zorunda olan çalışanların, iş sahiplerinin gelir ve iş kaygıları ekonomiye ne olacağını düşündürüyor.
Ekonomilerin derin bir daralma-durgunluk çukuruna düştükleri çok açık. İçinde bulunduğumuz çeyrekte yüzde 10-20’lik küçülme tahminleri yapılmaya başlandı. Yanlış da değil; ekonomilerin yüzde 50’sinden fazlasını oluşturan hizmet sektörü büyük ölçüde kepenk kapattı.
“Peki hangi ülke nasıl etkilenecek?” sorununun yanıtı, nasıl ki Covid-19 ön taramasında “Ateş var mı? Öksürük var mı?” gibi sorularla yapılıyorsa ekonomide de bugünün koşullarında iki temel unsuru içeriyor; birincisi “altta yatan” yapısal bir sorun var mı? İkincisi dış alem geliri ve bütçe dengesi kırılgan mı?
Covid-19 krizine her ülke farklı pencerelerden etkilenerek girdi; derin bir durgunluk peşinen öngörüldüğünden petrol fiyatları yarıya düştü, Körfez ülkeleri ve Rusya gibi bütçe gelirleri petrol ihracatına dayanan ülkeler de sert biçimde etkilendi.
Bütçe fazlası veren Almanya daha rahat girerken, Covid-19’dan da sert biçimde etkilenen İtalya ekonomik olarak da kötü etkileniyor. ABD, Britanya, Japonya gibi ülkeler de ağırlıklı parasal genişleme ve yüklü bütçe destekleri ile krizde ön almaya çalıştılar.
Ya Türkiye?
Türkiye, Covid-19 salgınına yapısal olarak zayıf bir noktada yakalandı. Covid-19 salgınında olduğu gibi “altta yatan hastalık öyküsü”, ekonomide “halının altına süpürülmüş sorunlar öyküsüdür”.
2018 Ağustos ayında ‘Brunson krizi” sonrasında tetiklenen ekonomik krize karşı alınan önlemler ağırlıkla yapısal çözümlerden çok, sorunların görünürlüğünü azaltma ve “semptom tedavisi” idi; “halının altına süpürme” yani.
2019’da yerel seçimler nedeniyle hızlandı, sonrasında da iki büyük metropol belediyesinin seçimde kaybı iktidarı yapısal çözümlerden çok, kolaycı ve gündelik yola soktu; Merkez Bankası’nın kaynaklarına el atmakla başlayarak.
2019 ikinci yarısı ile 2020 başlarındaki toparlanma kamu bankalarının olağanüstü kredi pompalaması ile sağlanabilmiş, her sektörde olmayan bir toparlanma olurken, özel bankaların iştahının olmadığı gözleniyordu çoktan. Zira 2013’ten itibaren ödemeler dengesindeki bozulma ve bunun aşırı borçlanmış şirketler kesimi bilançolarında yarattığı hasarı en iyi onlar biliyordu.
Bir başka unsur, 2018 sonrasında sermaye hareketleri açısından da azalan girişler, artan çıkışlar tablosu ile karşı karşıya kalırken, düşük TL faizleri ve güven kaybı gibi nedenlerle yerleşiklerin döviz hesaplarında da kayda değer bir artış gözlendi.
Yerleşiklerden gelen bu döviz talebi Merkez Bankası’nın arka kapısından kamu bankalarının piyasaya döviz satışı ile karşılandı. 30 milyar doları aşan bir satıştan bahsediyoruz. Ayrıca, yerleşik olmayanların da portföy azaltarak çıktıklarına tanık oluyorduk.
Döviz kurunu bu şekilde tutabileceğini düşünen ekonomi yönetimi, Merkez Bankası’na hızla blok yüzdeliklerle faiz indirtiyor; iktidara yakın gazetelerde de “faiz de indi kur da”, “Hani faiz düşünce kur patlardı?” başlıkları yer alıyordu.
Ağustos böceği-Karınca
Peki Covid-19 martın ilk haftasından sonra Türkiye’de ciddiye alınmaya başlandıktan sonra ne oldu ekonomiye?
2018 sonrası ekonomi politikasında çözen adımlar değil; yasakçı, kısıtlayıcı, semptomları örtücü kötü bir kriz yönetimi gösterilmişti. Kriz kadar krizin kötü yönetimi ve “halı altına süpürme” çabası, gelecek krizleri daha pahalı hale getiriyordu.
Nitekim ekonomik ya da finansal bir dalgadan değil sağlıktan gelen sert bir tsunami o noktaya taşıdı. Muhtemelen 2008-2009 krizinden daha sert bir küçülmeye tanık olacağız.
Ekonomide atılan adımlar da öncekinden farklı olmadı; içine düşülen krizdeki belirsizliği daha da arttıran, toplumun ve yerel siyasetin bile gerisinde kalan adımlar.
16 milyona yakın çalışanı bulunan hizmetler sektöründe, işyerleri karantina amacıyla idari kararla kapatılırken, çalışanlar kısa çalışma ödeneğine yönlendirilirken, kaygıları gidermek yerine diğer taraftan 5 bin TL’lik ihtiyaç kredisi imkânı işaret ediliyordu. Sonra da ortaya çıkan yasa taslağından anlaşılıyordu ki; işverenlere çalışanları işten çıkarma yasağı getiriliyor ama ücretsiz izne çıkarma kapısı açılarak, çalışanlar 1.752 TL’lik kısa çalışma ödeneğinden daha da düşük 1.177 TL’lik bir “işsizlik ödeneğine” razı edilmeye çalışılıyordu.
16 milyon çalışanı olan, bunun yanında sanayi sektörü ile birlikte kayıt dışı çalışan kabaca 4 milyon kişiye adres de Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nca 1000’er TL’lik nakit yardım gösteriliyordu.
Yakın zamana kadar bildiğimiz, 2 milyona yakın kişi kısa çalışma ödeneğine başvurmuş, sadece 700 bin kişiye maaş bağlanmış. 2 milyon kişiye de 1000’er TL’lik yardım ulaştırılmıştı. İkinci bir 2 milyon kişiye verilecek yardımın kriterlerinin belirlenmediği açıklanıyordu. Neredeyse bir ay oluyor; yetkililer kriterleri bilmiyor da açıkta kalanlar mı bilecek?
Sayılarını bilmiyoruz ama hamasi konuşmaların da ötesinde, kapanan iş yerleri duran ekonomi nedeniyle gelecek, iş, gelir kaygısına kapılanlara doğrudan ve güven veren bir taahhüt yok.
Ayrıca bu krizin ekonomik hasarlarını karşılamak için gerekli “yastık” da yok. Son bir yılda bütçesini toparlamak yerine Merkez Bankası’nın kaynaklarına yaslanan hükümet, bu krizde de orayı adres gösteriyor.
Daha önce görülmemiş bir insani krize karşı çok doğal olarak daha önce atılmamış adımlara ihtiyaç olması yanlış değil. Ancak bunu insani kriz gelmeden kullanan bir ekonomi yönetimi varsa iki defa düşünmek gerekiyor.
Parası rezerv para olan-olmayan
ABD para basıyor diye aynısını yapmaya kalkarsanız paranıza sert biçimde değer kaybettirir, dünyada durgunluk içinde fiyatlar düşerken ülkenizi hiperenflasyona sürüklersiniz.
Gelir transferinin kaynağının kısa vadede İşsizlik Sigortası Fonu olması gerektiğine şüphe yok. Ancak yöntemin yanlış olduğunu düşünüyorum. Merkez Bankası fondaki tahvilleri satın alarak Hazine’ye nakit vermek yerine, repo ile ve sınırlı miktar yapmalıydı. Bunun da belli bir vadede tahsil edilecek bir program dahilinde olmalıydı.
Gelişen ülkelerin bir bölümü benzer pencereler açmasına, hatta Britanya’da olduğu gibi arada tahvil de olmadan merkez bankasının hükümete doğrudan nakit hesap açmasına karşın, iki grup ülke arasındaki fark şurada; gelişmiş ülkelerin paralarının rezerv para olması, gelişen ülkelerin de bu rezerv paralar cinsinden dış alem hesaplarının açık veriyor olmasıdır. Bu yüzden, gelişen ülkelerde parasal genişlemenin etkisi farklı, gelişen ülkelerde parasal genişlemenin etkisi farklı olacaktır.
Covid-19 salgınının Türkiye’de yayılması sırasında mali piyasaların da dünyada olduğu gibi stres altına girdiği malum. TL hızla değer kaybetti, faizler yükseldi, borsa sert düştü. Merkez Bankası rezervleri şubat sonuna göre kabaca 20 milyar dolar düştü. Piyasa uzmanları, kamu bankalarının döviz satmaya devam ettiğini aktarıyorlar. Bu süreçte bile döviz satarak kimin belirlediği bilinmeyen kur seviyelerini savunmak, eriyen rezervleri daha da dibe çekiyor.
Ödemeler dengesinde en büyük kalemlerden turizm gelirlerinde ikinci ve üçüncü çeyrek turizm gelirlerinde olmak üzere kabaca 20 milyar dolar kayıp olası. Ayrıca tüm ülkelerdeki talep düşüşü nedeniyle ihracatımız da yara alacak.
Gelecek bir yılda borç da ödeyeceğimize göre; döviz rezervlerine ihtiyaç duyacağımız bir gelecek ufukta hızla belirirken, bir taraftan bolca para basarak bir taraftan hala kamu bankalarına döviz sattırarak savunulamayan kur seviyeleri için rezervleri çarçur etmek akıl alır gibi değil.
Kendi rezervini çarçur edene başkası verir mi?
Her alanda olduğu gibi bu konuda da savrulma uzun sürmedi; bir taraftan son bir yılda olduğu gibi para basarak, faiz indirerek ulusal parasını değer kaybına kapı açan, eldeki rezervlerini eriterek kur seviyesi savunan ülkenin yönetimi, salgın sonrasında “Fed bize swap penceresi açsın” diye, 2018’de Brunson krizi sırasında “bize ekonomik savaş açtılar” diye halka şikâyet ettikleri ABD yönetimini aramıştı. Bu konudaki Bloomberg’in 9 Nisan, Reuters’ın da 10 Nisan haberleri henüz yalanlanmadı.
2017’den itibaren Reza Zarrab davası ile başlayarak, 2018’de Brunson krizi, 2019’da Rusya’dan S-400 sistemlerinin alınması, buna ilişkin ambargo-blokaj olasılığına karşı Türkiye’nin döviz rezervleri hızla ABD’den transfer edildi. Fed kasalarında emanette duran 30 tona yakın altın sıfırlanarak yurda getirildi, 60 milyar dolara varan ABD devlet tahvil stoku da eritilerek altın ve başka para piyasası alanlarına kaydırıldı.
İşin ilginç tarafı; az sayıdaki diğer ülke merkez bankalarına swap penceresi açan Fed, bu defa Covid-19 salgını nedeniyle hem swap imkânı açıp 400 milyar dolara yakın kullandırdığı gibi, ABD devlet tahvili karşılığı repo yapma imkânı da ilan etti. Swap imkanını Türkiye’ye 2009’da da kullandırmamıştı. Şimdi de öyle görünüyor. ABD’deki tahvil stoku da sıfırlandığı için repo imkânı da şimdilik yok.
Şubat sonunda 107.8 milyar dolar olan Merkez Bankası rezervleri 20 milyardan fazla düşerek 86.5 milyar dolar seviyesine geriledi.
Kriz yönetme şaşkınlığı
Krizi şaşkınlıkla yönetmenin bir örneği de 2018 Brunson krizi sonrasında yapısal krizin nedenini dışsallaştırmak için kamuoyuna dönerek “yabancıların Türkiye’ye operasyon çektiği” söylemini yükselten hükümetin, BDDK düzenlemesiyle Türkiye’deki bankalara yurtdışı yerleşiklerle yapılan swap işlemlerinde öz kaynaklarının yüzde 10’una kadar düşürmüştü. Hafta sonu bu oran yüzde 1’e düşürüldü. Sonra SPK da sermaye piyasası kurumlarına aynı kısıtlamayı getirdi.
Yasaklama, yabancı bankalara TL borç vermeyi kısıtlamak demek.
Ankara’nın kafasında yapısal zayıflıklar çözmek yerine “TL borç alıp döviz alarak TL’ye değer kaybettirme” komploculuğu olduğundan, yüzde 1’lik limit fiilen tamamen TL kapısını kapatmak demek. Bu da örtülü bir sermaye kontrolü ve TL’nin konvertibilitesine darbe demek.
Para basarak, döviz satarak rezerv eritmenin sonu var. Ya rezervinizi güçlendirecek adımlar atacaksınız ya da sermaye kontrollerine doğru savrulacaksınız.
ABD’ye politik taviz vermeden döviz imkânı sağlamak zor. Tek başına Fed’in swap imkânı tanıdığı merkez bankalarına bakmak yeterince fikir veriyor. Bağımsız ve tutarlı bir para politikası izleyen merkez bankalarına pencere açtıkları görülüyor.
Bir başka “döviz kapısı” IMF. Salgının dünyada hem insani hem de ekonomik bir krize yol açacağını gören IMF, 1 trilyon dolarlık bir fonu en başta sağlık harcamasına ihtiyacı olan az gelişmiş ülkelere vererek destek olmaya başladı. 160 üyesi olan IMF’nin bu acil finansal destek programına 100’e yakın ülkenin başvurduğu biliniyor.
Türkiye’nin de IMF’ye başvurup vurmayacağı sorularının yanıtı, CNNTürk’e konuşan Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’dan geldi: “Türkiye’nin IMF ile bir anlaşma yapmak gibi bir şey gündeminde yok.”
Salgında işlerini kaybeden, kaybetme korkusu yaşayan, gelir akışlarının geleceğini düşünen kişilere kuvvetli bir programla yanıt veremeyen Ankara’nın aklına ilk düşen de “Tekalifi Milliye” atfı ile vatandaşlardan 10’ar TL istemek düştü. Böyle bir krizde bunu hatırlatmak en son yapılacak iş olmalıydı.
Kriz yönetiminde geride kalmak
Toplu taşımada maske kullanımı zorunlu kılan, ama yurttaşlara bunu nasıl sağlayacağını düşünmemiş Ankara, yerel yönetimler ücretsiz dağıtınca PTT ile dağıtmaya kalktı. Böyle yürümeyeceğini anlayınca, E-devlet üzerinden başvuruya döndü. Sonunda maskeler belediyelerin yaptığı yere; ücretsiz hale geldi. 48 saatlik sokağa çıkma yasağı bile 2 saat kala duyurularak binlerce kişinin alış-veriş için sokağa dökülmesine yola açıldı ve beklenen fayda zarara çevrildi.
Salgın krizini yönetmede yerel yönetimlerin reflekslerinin de gerisinde kalan Ankara, bunu da siyasi alan tahakkümü altında daha da kötü hale dönüştürürken, son birkaç yıllık kötü ekonomik kriz yönetimin üstüne ekliyor.
Bu salgın, neyi değiştirecek sorusunun ilk önde gelen gelişmesi; ekonomide “idare etme”, “halı altına süpürme” devrini sona erdiriyor olmasıdır.
Hem içeride toplumun tüm kesimleriyle hem de dışarıda uluslararası camianın ortak tutumu oluşturulmadan, salgının ekonomik sonuçlarından az hasarla çıkmak mümkün görünmüyor.
Ne yazık ki o çok sevdiğim söz hep kendini doğrulayıp duruyor; “Sorumluluklarımızdan kaçınabiliriz, ama kaçınmanın sonuçlarından kaçamayız”.
Uğur Gürses
