Ekonomi

Siz hâlâ ‘ekonomi reçetesi’ mi bekliyorsunuz?

Britanyalı doktor-siyasetçi David Owen, siyasetçilerdeki güç zehirlenmesine dair 2008’de yayımladığı kitabında (In Sickness and in Power: Illnesses in Heads of Government during the Last 100 Years -Bizde ‘Hasta ve İktidarda Son 100 Yılda Devlet Başkanları ve Hastalıkları’ adıyla Pupa Yayınları tarafından yayımlandı) ‘kibir sendromunun’ belirtilerini tanımladığı 10 maddeden bazıları şöyleydi:

  • Dünyayı pragmatik bir şekilde halledilmesi gereken sorunları olan bir yer olarak görmekten ziyade, hükmedebilecekleri ve zafer peşinde koşacakları bir yer olarak görmeleri,
  • Onları halka iyi gösterecek biçimde eğilimde olmaları,
  • Devletin ve kendi çıkarlarını ve bakış açılarını birbirinden farksız düşünecek kadar kendilerini devletle özdeşleştirmeleri,
  • Kendi hükümlerinin doğruluğuna olan aşırı güven ve başkalarının tavsiye ve eleştirilerine değer vermemeleri,
  • Her şeye kadir olduklarına düşünmeye varacak kadar yapabileceklerine olan aşırı inanç,
  • Hesap vermeleri gereken mecraların kamuoyu ya da meslektaşları gibi gündelik kurumlardan daha önemi olan Tanrı ya da tarih olduğunu düşünmeleri.

Bu maddelerde sayılan özelliklere Türkiye’de çok uzun bir süredir tanık oluyoruz; ağır sonuçlarına da.

Çeşitli ambalajlarla sunulan uydurma bir ekonomi politikasının çok kısa sürede toplumda nasıl bir yıkıma yol açtığına acı bir biçimde tanık oluyoruz. Bizatihi bu yıkımı hazırlayan, yol veren, kibirle uygulayanlar da artık demokrasi adına ülkede elde kalan tek yerden, oy sandığından çıkan sonuçlara bakarak anlayabilirler.

 Mayıs 2023’teki genel seçimlerde bunun izleri görülse de nihai sonucu etkilememişti; yerel seçimlerde çok daha vurucu biçimde görülebildi. Metropolleri vuran mutfak ve barınma yangını, gecikmeli olarak Anadolu’nun taşrasını da yakıp geçmiş.

Kötü ve yanlış politikaların neden olduğu ekonomik krizlerin etkilerinin ‘yerle bir eden’ deprem şeklinde değil, toplumun geçim koşullarını alttan alta eriten bir erozyon biçiminde olacağını, zamana yayılarak dalga dalga etkileyeceğini düşünenlerdendim. Öyle de oluyor.

Temmuz 2018’de geçilen ‘Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi’ ile giderek kurum ve kuralları dümdüz eden bir kapı açılmış, üstüne üstlük Cumhurbaşkanı ekonomi koltuğuna oturttuğu damadı eliyle ekonominin tüm bam tellerine basmaya başlamıştı.

2018-2021 arası dönemde Türk Lirası faizleri baskılamak (‘düşürmek’) için devasa bir döviz-altın borçlanmasına, döviz kurlarını tutmak için Merkez Bankası’nın rezervlerinin satılarak boşaltılmasına, bunun da örtülenerek saklanmasına,  Eylül 2021’den itibaren ise enflasyon yükselirken Merkez Bankası faizlerinin düşürülmesine, öyle ki; pandemi çıkışında küresel çapta arz şoku yaşanırken,  faizlerin enflasyonun 6’da birinde tutulmasına ve tüketim harcamalarının tarihsel olarak görülmemiş çapta zıplatılmasına tanık olduk. Tabii ki enflasyonun da.

Kamunun döviz-altın borçlanmasının Temmuz 2018’de yaklaşık 90 milyar dolardan 2021’de 145 milyar dolara patlatılması ve rezervlerin boşaltılıp Merkez Bankası’na açık döviz pozisyonu yaratılması, bu yetmezmiş gibi, KKM gibi tehlikeli bir uydurma politika aracı, kur riskini kamuya yıkarak elinde TL bulunan mevduat sahiplerine açıldı.

Türkiye ekonomisinin tüm kaynak ve ‘imkanları’, seçim kazanmak ve iktidarını sürdürmek isteyen politikacıların üzerinde tepindiği bir platform halini almıştı.

İktisatçı Rudiger Dornbusch ne demişti?  “Krizlerin gelmesi sandığınızdan çok daha uzun zaman alır; oluşu ise düşündüğünüzden çok daha hızlıdır.

Türkiye ekonomisinin kaynakları ve esneklikleri üzerinde tepinen siyasetçiler ve bürokratlar, başta siyasi direktif sahibi Cumhurbaşkanı Erdoğan, Berat Albayrak, Nureddin Nebati, Şahap Kavcıoğlu ve onların ekipleri hane halkının ‘geçim yıkımında‘ sorumluluk sahibi olarak ‘tarihe geçtiler’. Başta emekliler olmak üzere, orta sınıfın kitlesel olarak yoksullaşması ise tarihi bir çöküş olarak kayda geçti.

Genel seçim sonrası ‘yangını söndürmek’ için göreve getirilen Mehmet Şimşek’in ise elinde ‘sihirli değnek’ yok. Onun yapabildiği ve yapabileceği ‘kanamayı durdurmak, daha kötüye gidişatı engellemek. Yani yukarda sayılan ekibin yaktığı alanı ‘soğutmak’.

Ekonominin normalleşmesinin yolunun siyasi alandaki normalleşme olduğunu hep dile getiriyorum. Türkiye otoriter yönetim kanalından çıkmadıkça hukukun üstünlüğü, eşit yurttaşlık temeline dayalı demokratik kurum ve kuralların işletildiği, düşünce, ifade ve medya özgürlüğünün, hesap verme ve şeffaflığın yürürlükte olduğu bir kulvara geçmeden, toplumun kendi parasına ve ekonominin geleceğine olan güveni tesis edilemeyecek.

Ya sonra?

Seçimi açık biçimde kaybeden Cumhurbaşkanı Erdoğan ve sorumlu ittifak ortağı ekonomi politikasında ne yapabilecek?

Üç teknik seçenek var:

  1. Yeniden uydurma politikalara sarılarak tüketimi ve ekonomik büyümeyi zıplatmak, TL’den kaçış ve enflasyon yangınını yeniden başlatmak. Ki bunun ilk durağının sermaye hesabını kapatarak hızla Arjantin kulvarına geçiş olur. Siyasi sonucu da yerel seçim sonuçlarından iyi olmaz.
  2. 2028’e kadar IMF’yle gitmek. 2 ya da 3 yıllık bir programla dış kaynak sağlayacak bir IMF kapısı monte etmek kolay değil. Koşulsuz bir program olmayacağını siyasetçiler çok iyi biliyor. Bunun da seçmen nezdinde bedeli olacağını. Ayrıca ‘IMF hikayeleri anlatarak’ kitlelere bunun kötü bir yol olduğu anlatılmamış mıydı?
  3. Son ve en olası yol; Bakan Şimşek’e ‘tam yol yetkisi’ vererek önünü açması. Atamalardan, alınan tüm kararlara Şimşek’in inisiyatifi ile olduğunu düşündürecek bir alan açılması. Başka da teknik bir yol görünmüyor. Ama yetmeyecektir.

Ancak asıl çıkışın demokratik değerlere sarılmaktan geçeceğini, bunun en etkili ‘ekonomi reçetesi’ olacağına hiç şüphe yok.

İşin ilginç tarafını da not edeyim; yerel seçim sonuçlarında iktidar ve ortağının kaybetmesi, CHP’nin tarihi bir başarı elde etmesinin sonuçlarından biri de toplumun geleceğe olan bakış açısının iyileşmiş olması. Bunun izlerinden biri de TL’deki değer kaybının durması, seçim öncesinde döviz alan-tutan kesimlerin satmaya başlaması.

Kutuplaşma siyaseti sonucunda, Mayıs 2023 seçim sonuçlarına bakarak toplumun yarısının ‘bu işler düzelmez’ karamsarlığı yerini ‘değişebiliyor’ aşamasına geçmesi bizatihi geleceğe bakışı, iyileşme umudunu da gündeme taşıdı.

İlginç biçimde bu saptamayı CHP Genel Başkanı Özgür Özel de yapıyor. Özel, 4 Nisan günü Halk TV’de İsmail Küçükkaya’ya verdiği söyleşide, “ülkede muhalefet nefes alırsa herkes nefes alır” diyerek, seçim sonrasında muhalefetin başarısı nedeniyle bazı yabancı liderlerin Erdoğan’a ‘ülkenizde demokrasi zaferi kazanıldı’ diye kutlama telefonları geldiği iletişimi yapıldığını vurgulayarak, bu tablonun iktidarın da işine geleceğini, Türkiye’nin risk primini düşüreceğini anlatıyor, ‘biz kazandık, dolar düştü ve Euro düştü –  kalıcı düşmez tabi yapısal sorunları çözmeleri gerekir” diyerek bunu vurguluyordu.

Şuna şüphe yok ki; Türkiye’de son 3 yılda yaşanan ‘geçim çöküntüsü’ kısa sürede onarılamayacak. Bilinen klasik-ortodoks ekonomi politikalarının bunu çözmesi olanaksız. Sadece kanamayı kontrol altında tutabilir, iyileştirmez. Daha güçlü bir pozitif kapının açılması şart.

Türkiye ekonomisinin reçetesi artık ekonomi politikalarında değil, siyasi alanda duruyor.

Ne tek taraflı anayasa değişikliği çabasına girişmek, ne ‘parlamenter rejime geçiş’ havucu sunmak ancak manevra düzeyinde kalır; beklenen yol açıcı hamle, Anayasanın işletilmesi, hukukun üstünlüğüne dönüş, sandığa ek olarak demokratik değerlere dönüş, kutuplaşmanın sona erdirilmesi en etkili bir yol, bir ‘altın ekonomi reçetesi’ olacaktır.

Uğur Gürses