Ekonomi yönetiminin en zorlu yokuşu, toplumu enflasyonun düşeceği yönünde ikna etmekte. Uygulanan ekonomi programının ana çıpası da bu; bekleyişleri olumlu biçimde şekillendirmek, para politikası sıkılığı ile portföylerde TL tercihini güçlendirmek, enflasyon bekleyişlerini ve sarmalı kırmak. Buna da sermaye akımlarının hızlanması ile de büyük bir destek olacağı düşüncesi eşlik ediyordu.
Ekonomi yönetiminin bu çekirdek politika tasarımına karşın, toplumun bu politikalara bakışı ve bekleyişlerine dair desteğinin zayıf olmasını pek de önemsemedikleri ortadaydı. Zira, ‘döngüyü kırarsak, istim arkadan gelir, tasarrufçular dövizlerini bozdurur, TL istikrarlı seyreder, baz etkisiyle de enflasyon düşeceğinden Eylül ayı gibi başarının ucu görünür’ bakışı egemendi.
Ekonomi yönetimi için küçük, uygulanan programın başarısı için büyük bir sorun vardı; o da ‘irrasyonel dönemde’ uygulanan politikaların getirdiği geçim ve hayat pahalılığı sorunuyla sarsılmış toplumun desteğinin ve güveninin olmaması.
‘Enflasyon düşecek’ diye ikna etmeye çalıştığınız kesimlerin “Hangi enflasyon?” diye karşılık verdiği yerde, “1-0” yenik başlıyorsunuz demektir.
Nitekim 9 Mayıs 2024 günü Ankara’da Merkez Bankası’nda düzenlenen Enflasyon Raporu sunumu sırasında, Başkan Fatih Karahan’a bu çerçevede sorduğum soru tam da bununla ilgiliydi:
Madem Merkez Bankası ve politika yapıcılar kamuoyunun enflasyonun düşeceğine dair beklentilerini olumlu yönde etkilemek, beklentileri yönetmek istiyor, o halde verilerin daha şeffaf ve daha erişilebilir olması, ikna edici bir çeşitlilikte olması gerekiyor. O yüzden Merkez Bankası TÜİK ya da politik otorite konuşarak, örneğin TÜİK tarafından yayımı durdurulan madde fiyatlarının yeniden yayımlanması için girişimde bulunmayı düşünüyor muydu?
Madem enflasyonun yapısına ve seviyesine dair beklentiler bozuk, daha fazla şeffaflıkla bu bir ölçüde giderilebilirdi.
Şimdi ne yaşıyoruz?
Patlatılan hayat pahalılığı nedeniyle satın alma gücü kötüleşen kesimlerin ki kitlesel olarak emeklilerin, yine kitlesel olarak asgari ücret ve etrafında şekillenen ücretli çalışan kesimin geçim zorluğu arşa çıktı. Hem de uygulanan programın bir parçası olarak asgari ücrette ikinci yarıda artış yapılmaması bu duruma ‘tüy dikti’. Toplumun tepkisi yükseldi. Zam alamayanlarla, zam alıp da devletin resmi kurumunca ölçülen enflasyon verisine bağlı olarak zam alanlar isyan eder hale geldiler.
İşin doğrusu, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de bu tepkileri ateşleyen karşılıklar vererek tansiyonu daha da yükseltti.
Bu kulvarda tansiyon yükselirken, enflasyon ölçümüne dair hesaplama ve eleştirilerin dozu da yükselmeye başladı. Yazılar ve yorumlar sosyal medyada yaygın olarak paylaşılmaya başlandı.
“Şecaat arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler”
TÜİK yöneticileri yıllardır yapmadıkları bir işe girişip basın toplantısı yaptılar. 30’a yakın gazete ve yayın organının temsilcilerini çağırıp ‘sunum’ formatında bir basın toplantısı olmuş.
Bununla ilgili haberler basında yer aldı. Belli başlıklar altında savunma yapmış TÜİK Başkanı. Ancak bu açıklamalarda tatmin edici bir tablo olmadığı gibi skandal içerikte sözler de yer alıyor.
TÜİK Başkanının sunum başlıklarına bakılırsa ‘üzüm yemek’ yerine iletişim manevraları yaparak, sunumun ana omurgasını eskilerin deyimiyle ‘mugalata’ üzerine kurmuş. Örneğin ‘açıklanan enflasyon ile algılanan enflasyon farkı’ Avrupa’da daha yüksek olduğunu vurgulayıp, TÜFE-ÜFE farkının Türkiye’ye özgü olmadığına geçmesi, buradan ENAG’a ve etrafındaki tartışmalara X platformu (Twitter) üzerindeki muhalif paylaşımları kendi tarafına yandaş göstermesi var. Daha ilginci, şirket kârlarına bağlı bir fahiş fiyat artışı olduğunu söylemesi. Şirketlerin enflasyonist ortamı kullanarak normalde alması gereken karlardan daha yüksek fahiş kârlar elde ettiklerini belirtmiş. Belli ki bunu vurgulayarak, muhalif kesime onların da savunduğu bir saptamayı paylaştığını ilan ederek, ‘bir doğruyu söyleyerek yanlışı gölgeleme’ çabası olduğunu düşündürüyor.
İşin doğrusu, bir istatistik kurumu yetkilisinin işi bu değil. Asıl anlatması gereken, örneğin yıllardır İTO İstanbul Ücretliler Geçinme Endeksi ile TÜİK’in TÜFE endeksi arasında çok düşük seyreden farkların neden 2022 ve devamında devasa boyutlara çıktığı ve hala bu farkın kapanmadığı idi. TÜİK Başkanı, iki endeksin kapsam ve ölçeğinin farklı olduğunu anlatıyor; ama neden 2022’den itibaren bunun ortaya çıktığını anlatmıyor.

Madde fiyatlarının yayımının kesilmesini, çok sayıda veri işlenmesi gerektiğine ve bunun ayın 3’üne yetişmesinin zorluğuna bağlıyor. Oysa TÜFE ilanının 3-5 gün ötelenerek takvime alınmasının kimseye bir zararı yok. Ayrıca, yayımlanan madde fiyatları ile il-bölgesel enflasyon verilerinin durdurulmasının yarattığı karartma etkisini umursamıyor.
Madde fiyatlarının başka ülkelerde yayımlanmadığını söyleyerek veri örtülemesine dayanak bulduğunu sanıyor. Ancak madde fiyatı yayımlamayan ülkelerde enflasyonun yıllardır yüzde 2-3’te seyrettiğini de kimse yüzüne vurmamış.
Daha ilginci, enflasyonun yüzde 75 olmasıyla yüzde 45 olması arasında bir fark olmadığını söylemesi bir skandal. Hem de yayımladığı sayılar konusunda toplumda yaygın biçimde ciddi şüpheler olan bir kurumun başkanı olarak…
Kitlesel biçimde yoksullaşan çalışan ya da emekli kesim için enflasyonun yarım puanı bile ‘can yakıcılığı açısından’ önemli iken…
Peki bu sözler nerede yayımlandı? Basın toplantısına katılan 30 yayın organında değil, sadece Anka ve Hürriyet’te.
Skandal burada bitmiyor; zira 30’a yakın gazetecinin olduğu yerde ‘off the record’ diyerek, bu enflasyon hedefinin tutmayacağını söylemiş. TÜİK Başkanı yüzde 38’lik orta noktanın tutturulamayacağını söylemiş.
30 gazetecinin olduğu yerde ‘off the record’mu kalır? Bu kadar şüphe-şaibe gölgesindeki bir kurumun başkanının işi veriyi sağlıklı açıklamak, yorumlamak değil. Enflasyon hedefi tutmaz dediğinizde ise zaten bu şüphelere dair zımni bir itiraf olarak görülür.
Ekonomi yönetimi öyle bir duruma geldi ki; önemsemedikleri ama çok önemli bir noktada ekonomi politikasının mayını halini aldı.
Şimdi tekrar sormak lazım; enflasyon bekleyişlerini iyi yönetebilmek için 70 kişilik Beklenti Anketi mi yoksa kitlesel olarak toplumun beklentileri mi önemli?
Kitlesel yığınlar ise yanıt; veri şeffaflığı ve güvenilir kurumlar en asıl kriter olmalıydı.
Tüm bunlar olurken, Bakan Şimşek Bankalar Birliği’nin genel kurulunda yaptığı konuşmada, enflasyonun kendi döneminde neden arttığını depreme bağlayarak anlatmaya başlıyordu. Şimşek ikinci olarak, göreve geldikten sonra kuru serbest bırakmalarının ve mali ayarlama için yapılan vergi artışlarının enflasyonu yükselttiğini vurguluyordu. Önceki politikaların yanlışlarına değinmeden.
Tam da karşısında oturan ve kendisinden önce konuşan, faiz indirimleriyle kuru ve enflasyonu patlatan, devamında da döviz krizi yokmuş görüntüsü sağlamak için rezervleri sonuna kadar eriterek kuru tutan, trilyonluk zarar yaratan KKM uygulamalarını yürüten, çöküntüyü yaratan icracı el eski Merkez Bankası Başkanı ve şimdinin BDDK Başkanı Şahap Kavcıoğlu’na “değerli başkan” diyerek hitap ediyordu.
Karşısında bunları dinleyen ‘cendere günlerinin’ yorgunu bankacılar, hikâyenin aslını gayet iyi biliyordu oysa.
Bakan Şimşek, sorunun temelini ‘alan daraltarak’ ortaya koyduğu sürece, güven sağlayıcı şeffaflaşmadan uzak durduğu, toplumun taleplerine kulak vermediği sürece tasarladığı programla fazla yol alamaz. Nitekim kendisine yönelik tepkinin (partisinden de) dalga dalga büyüdüğünü görmüyor olamaz.
Kimi yatırımcılarda bunun getireceği potansiyel yeni kaygı, halkın tepkisini çeken bir programa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ne kadar süre tepkisiz kalacağıdır. Yine devamında da benzer biçimde finansal stresin artmasıdır…
Finansal piyasalardaki kanamayı durdurması bir başarı, ancak bununla ekonomide fazla yol alamaz. KKM ve döviz hesaplarında görece bir çözülme görülse de ana blok döviz ve altın hesapları ile serbest döviz fonlarında döviz eğilimi hala sürüyor. Parasal sıkılaşma ile gelinecek yer, alınacak mesafe alındı.
Kaldı ki toplumsal destek alabileceği önemli bir nokta maliye politikasında ‘çok kazanandan çok, az kazanandan az’ temalı bir vergi politikasının adımları olabilirdi. Öyle görünüyor ki parasal sıkılaşmaya ek olarak gelmesi gereken mali sıkılaşma bir türlü çıkmıyor. Kamuoyuna sızan teknik çalışmada yer alan bu yöndeki egzersizler ise diğer konular öne çıkarılarak unutuldu. Muhtemeldir ki iktidar çevrelerinde de bu yönde adım atılması istenmiyor olmalı. Tasarruf önlemleri ise muğlak bir yasa teklifi olarak Meclis’e yeni gelebildi.
29 Mart seçimlerinden sonra yazdığım yazıda şunu not etmiştim;
“Türkiye’de son 3 yılda yaşanan ‘geçim çöküntüsü’ kısa sürede onarılamayacak. Bilinen klasik-ortodoks ekonomi politikalarının bunu çözmesi olanaksız. Sadece kanamayı kontrol altında tutabilir, iyileştirmez. Daha güçlü bir pozitif kapının açılması şart.
Türkiye ekonomisinin reçetesi artık ekonomi politikalarında değil, siyasi alanda duruyor.
Ne tek taraflı anayasa değişikliği çabasına girişmek, ne ‘parlamenter rejime geçiş’ havucu sunmak ancak manevra düzeyinde kalır; beklenen yol açıcı hamle, Anayasanın işletilmesi, hukukun üstünlüğüne dönüş, sandığa ek olarak demokratik değerlere dönüş, kutuplaşmanın sona erdirilmesi en etkili bir yol, bir ‘altın ekonomi reçetesi’ olacaktır.”
Peki 29 Mart gününden bu yana ne oldu?
2023’te Türkiye’yi kallavi bir ödemeler dengesi krizinin eşiğine getiren politikalardan dönüş için temel olarak para politikası kararlarıyla adımlar atıldı. Merkez Bankası’nın döviz pozisyonu 29 Mart-10 Temmuz arasında 87.3 milyar dolar iyileşti. Böylece, -67 milyar dolar net döviz pozisyon açığından, 20.4 milyar dolar fazlaya ulaştı.
Bunun kaynakları da, aşağıdaki tablodaki gibi: Yüzde 60’ı yerleşikler, yüzde 40’ı yabancı oyuncular kaynaklı.

Henüz bu sürecin başında, aynı yazımda şunu not etmiştim:
“Yerel seçim sonuçlarında iktidar ve ortağının kaybetmesi, CHP’nin tarihi bir başarı elde etmesinin sonuçlarından biri de toplumun geleceğe olan bakış açısının iyileşmiş olması. Bunun izlerinden biri de TL’deki değer kaybının durması, seçim öncesinde döviz alan-tutan kesimlerin satmaya başlaması.
Kutuplaşma siyaseti sonucunda, Mayıs 2023 seçim sonuçlarına bakarak toplumun yarısının ‘bu işler düzelmez’ karamsarlığı yerini ‘değişebiliyor’ aşamasına geçmesi bizatihi geleceğe bakışı, iyileşme umudunu da gündeme taşıdı.”
Bugün Türkiye’nin ekonomik sorunu, bir ekonomi politikası setiyle iyileştirilebilecek durumda değil. Hane halkının geçim çöküntüsünün onarımı, ancak politik alandaki normalleşme ve hukuka dönüşün tesis edildiği bir çevre koşullarında mümkün olabilecek.
Temel soru da bu: Ülkeyi yönetenlerin siyasi bekaası mı? Geçim koşulları çökmüş halkın refahı mı?
Uğur Gürses

